ANALİZ-1 KİM BİLİR?

Ceza infaz kurumları hem dünyada hem Türkiye’de toplumun önemli bir bölümünü ilgilendiren yerlerdir. Zaman zaman 80 bine varan hükümlü ve tutuklu sayısı, insan haklarının en çok gözetilmesi gereken yerlerden biri olması, ünlü yazarların veya siyasetçilerin bazılarının buralarda misafir edilmesi, terör örgütlerinin yurt içi ve yurt dışı uzantılarının toplumu yanlış bilgilendirme çabaları, ceza politikası, adalet arayışı ve buna benzer yüzlerce duygu, düşünce, isim ve haberin kesiştiği bir nokta olarak ceza infaz kurumları toplumun her zaman ilgi odağı olmuştur. Ceza infaz kurumu, akla hemen “suç” ve “ceza” kavramını çağrıştırır. Günlük hayatta da sıkça kullanılan bu kavramların biraz temeline inmek, tarihsel boyutunu irdelemek, bundan sonraki  sayılarda yapacağımız “Analiz”lerimiz için bir temel oluşturmak gerekir. Bu nedenle bu sayıda “suç” ve “ceza” kavramlarını tarihsel bir bakışla incelemeyi faydalı görüyorum.
En eski topluluklara klan adı verilirdi. Klan aynı toteme bağlı bireylerin meydana getirdiği topluluktur. Suç denen fiil topluluk fertlerinden biri tarafından diğerine karşı işlenmişse olay aynı klan içinde çözülür ve aile reisi fiili işleyene ceza verirdi. Suç, başka bir klan veya kabileye karşı işlenmişse, bireyi tespit etmek veya bulmak zor olduğundan onun kabilesi cezalandırılıyordu. Bu anlayış kan davasının köklerinin ne kadar eski olduğunun göstergesidir.
İlkel toplumlarda suçluya suçunun derecesine göre ilahlara kurban etme, aile ve kabileden kovulma veya ölüm cezaları verilirdi. Örneğin, ilkel Arap kabilelerinde, kabile kötü ruhlu mensuplarını içinden atarak onun işleyebileceği kötü işlerin mesuliyetinden kendini kurtarırdı. Buna “hal’ etme” denirdi. Kabile hal’ ettiği kimsenin hakkını da aramazdı. Hal’ olan kimseler de çölde eşkiya çeteleri oluşturup kervanlara saldırırlardı. Bu örnek, bireyleri toplumdan dışlamanın aslında bir çözüm olmadığını, sorunu başka yerlere taşıdığını göstermesi açısından ilgi çekicidir.
Devlet kavramından önce suç yalnızca kişiyi ilgilendiren bir hareket sayılmış kişisel öç, kısas, diyet gibi usuller uygulanmıştır. Devletin kurulmasından çok zaman sonra Hz. Musa, XII Levha Kanunu ve diğer kitaplar ve kanunların kısası mecbur kılmaları ile önemli bir ilerleme sağlandı. Çünkü tecavüze uğramış aile kısastan, yapılanın eşini yapmaktan fazla bir şey isteyemezdi; mütecavizin de kısasa rıza göstermesi mecburî idi. Kısas, kan gütmeyi bertaraf edecek büyük bir yenilikti.
Diyet ise bedele çevrilmiş bir cezadır. Mağdura tazminat vermek suretiyle kısasın suçlunun cismi üzerinde yaratacağı eza ve cefayı kaldırmaktadır. Örneğin, diyet veren, verdiği diyetle gözünün çıkartılmasını önlüyor, gözünü âdeta satın almış oluyordu.
İddiaların abartılması uzlaşmayı zorlaştırıyordu. Bu nedenle aracılar örf ve adetlerden yararlanıyorlar ve emsal gösteriyorlardı. Bu sayede tecavüze uğrayanı “bizzat ihkakı hak” arzusundan vazgeçirebiliyorlardı. Devlet güçlenince örf ve adetler yazılmaya başlandı. Fakat bu yazılan örfler, eski âdetleri, eski kararları, eski emsalleri yaptırım altına almakla kalmıyordu, yenilikleri de ihtiva ediyordu. Bu yenilikler uzlaştırmayı kolaylaştırıyordu.
Suçlular, eski devirlerden beri yargılanana veya cezaları infaz edilene kadar belli bir süre hürriyetlerinden yoksun bırakılıyorlardı. Ancak bu uygulama bugünkü anlamda cezanın hapishanede infazı anlamına gelmiyordu. Modern anlamda hapishanenin doğuşu (farklı görüşler varsa da), 1588 yılında Amsterdam mahkemesinin 16 yaşından küçük bir hırsızı, mutad olduğu üzere idam cezası verilmesi yerine, devlet tarafından eğitilip, iyileştirilmesi yönünde verdiği bir kararla başlar. Bu karar üzerine, 1595’te Klarissen Manastırı’nın bir kısmının çalışma ve iyileştirme amaçlı olarak düzenlenmesine karar verildi.
Hapishane bedenin dokunulmazlığını garanti eden ve hürriyetten yoksun bırakma yoluyla zengin ile fakiri aynı şekilde cezalandıran insanî bir çözüm yolu olarak göründü. Ayrıca hürriyeti bağlayıcı ceza ölçülebilirdi. Bu, çok mantıklı geliyordu. Ancak hapishaneler hâlâ toplumun en hassas konuları arasında yer almaya bugün de devam ediyor. M. Foucoult; “Modern iktidar çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal hâle getirmiş, egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hâle gelince herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır. “ Demektedir. Kim bilir?

ANALİZ -2
SUÇ KİMDE ?
Dr. Mustafa SALDIRIM

Toplumun olduğu her yerde mutlaka suç vardır. Suç, bir açıdan da toplumun iyi yönetilemeyen dinamikliğinin göstergesidir. Yeteneklerine uygun şekilde yönlendirilmeyen bireyler, toplumun belirlediği davranış kalıplarından çıkarak, aykırı tutumlar içine girerler. Trafik kazası sonucu insanların ölümüne neden olmak, tarla açmak için anız yakmak, töre nedeniyle veya kan davası sonucunda adam öldürmek, karşılıksız çek düzenlemek, terör veya çıkar amaçlı suç örgütüne üye olmak, hırsızlık, gasp, uyuşturucu ve orman suçları ülkemizde yaygın olarak işlenen suçlardandır. Son on yıl içerisinde hırsızlık ve gasp suçlarında ve özellikle de geçtiğimiz birkaç yıl içinde uyuşturucu suçlarında artış yaşanmaktadır. Yabancı ülkelerde de genellikle bu ve buna benzer suçlar işlenir.
Pekiyi insanlar neden suç işlerler? Örneğin, neden hırsızlık veya gasp (yağma) suçu işlenir? Yanıtımız; kolay yoldan, emek etmeden para kazanmak ise, bu sorunun cevabını yeniden düşünmek gerekir. Acaba bu insan, emek ederek, çalışarak, alınteriyle para kazanmayı biliyor mu? Nitelikli (belli bir eğitime, bilgiye ve deneyime dayanan) bir mesleği var mı? Nitelikli bir mesleği olmasına rağmen hırsızlık veya gasp yapıyorsa, yukarıda verilen cevap doğru olabilir. Ama nitelikli bir mesleği yoksa, teşhis de ve dolayısıyla tedavi de hatalı olacaktır. Kanımca doğru yanıt; “çalışarak para kazanmayı bilmediği için suç işliyor” olmalıdır. Cezaevinde bulunanlardan “sanat altın bileziktir” anlamında nitelikli bir meslek sahibi olanların oranı %2 civarındadır. Ülkemizde de meslekî eğitim almış birey sayısı yaklaşık olarak aynı orandadır. O hâlde hırsızlık ve gasp suçu işleyenlerin %98’inin alınteri ile para kazanmayı bilmedikleri, daha açık bir anlatımla meslekî eğitimleri eksik olduğu için suç işlediklerini söyleyebiliriz.
Töre veya kan davası dolayısıyla neden suç işlenir? Bu insanların bazı olaylar karşısında öfkelerini kontrol edemedikleri düşünülebilir. Ancak toplumsal değerlerle hukuksal değerlerin çatıştığı ve topluma eğitim yoluyla bazı değerlerin kazandırılmasında yetersiz kalındığı dikkate alınmalıdır. Bu suçları işleyen kişiler, aslında bulundukları sosyal çevre tarafından yüksek oranda kabul gören bir davranışta bulunmuşlardır. Ancak o davranış, hukuk düzeni tarafından ağır yaptırımlara bağlanmıştır. İnsanlar, bazen toplumun değerlerini, hukukun değerlerinden daha çok önemserler. Eğitim sistemi, doğru davranış biçimlerini insanlara öğretmeli, yanlış yargıların toplumdan silinmesini hedeflemelidir. Bu, başarılamadığı takdirde, toplumdan kabul görme ihtiyacı, hukukî yaptırımlardan daha çok ağır basar. Bu nedenle töre veya kan davası nedeniyle suç işleyen kişilerin, toplumun yanlış değer ve inanışlarına direnecek kadar eğitimli olmadıkları ve bunun da bir eğitim eksikliği olduğu dikkate alınmalıdır.
Trafik eğitimiyle ilgili kısa filmlerin birinde, arabasını yanlış yere park eden tarih profesörünün “tarih affetmez, trafik hiç affetmez” sözünü çoğumuz hatırlarız. İnsanın çok bilgili olması, yüksek tahsilli olması, eğitimli sayılması için yeterli değildir. Kişi profesör olsa bile, trafik kurallarına uymuyorsa, bunun sonucunda insanlar için tehlike arz ediyorsa, eğitimi eksiktir.
Eğitim sisteminin öncelikli hedefi, bireylere; matematik, dilbilgisi, fizik, kimya gibi bilgileri vermek değil, doğru davranışları öğretmektir. Bireylerin birbirleri ile anlaşabilmeleri, önyargılı davranmaktan kaçınmaları, görgü ve nezaket kuralları, hoşgörülü davranmaları, emeğe ve liyâkata saygı duyulması, yardımlaşma ve dayanışma duygusunun güçlenmesi, eğitim sisteminin en öncelikli hedefi olmalıdır. Bu şekilde yapılandırılan eğitim sistemi, aynı zamanda sevgi, saygı ve hoşgörü gibi demokratik değerleri toplum içinde yükselterek demokrasinin en önemli teminatı olacaktır. Nitekim, Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, farklı değerleri olan okullar tarafından, birbirlerine düşman bireyler yetiştirildiğini belirterek, ciddî uyarılarda bulunmuştu. Belki de bu nedenle Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yapılan reformlardan birisi de Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Birlik) sistemi olmuştur.
Yukarıda yaptığımız açıklamalar dikkate alındığında bir suçun işlenmesinde, -bireyin sorumluluğunu inkar etmeden- özellikle eğitim sistemi başta olmak üzere, aile, toplum, toplumun ahlâk anlayışına aykırı yayınlar gibi pek çok faktörün rolü olduğunu görmekteyiz. Ceza ise sadece bireye kesilmektedir.  “Bu adil midir?” sorusu, cezaevlerinin meşruiyet sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bireysel özgürlüğü sınırlandıran devlet, “bireyin eğitim eksikliğini (dolayısıyla kendi sorumluluğunu da görmezlikten gelmeden) gidermek amacıyla cezaevi sistemini kurduğunu” belirterek, meşruiyet sorununu hâlletmiştir. Bu nedenle cezaevinin eğitim kurumu olması, onu meşrulaştırmak için uydurulmuş bir yalan değilse, bu kurumların gerçek anlamda bir eğitim kurumu olması gerekmektedir.